Filistinli örgütlerin 7 Ekim’de abluka altındaki Gazze Şeridi’nden başlattıkları Aksa Tufanı saldırısının ardından İsrail’in bölgeye dönük hava saldırıları devam ederken Filistin sorununun çözümüne yönelik tartışmalar da yeniden alevlendi. Direniş güçlerinin içerisinde yer alan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kurucusu ve uzun yıllar liderliğini yapmış olan George Habaş’ın fikirleri de soruna ‘Hamas-İsrail Çatışması’ perspektifinin dışında bir değerlendirme sunuyor.
George Habaş, 2008 yılında hayatını kaybetmişti. Bu röportajı ise Şam’da, 23, 24 ve 25 Ekim 1997 tarihlerinde verdi.
Emre Köse’nin Türkçe’ye çevirdiği röportaj şöyle:
Suveyd: Lidda’dan ayrıldığınızda kaç yaşındaydınız? Erken yaşlardan itibaren politik farkındalığınız var mıydı?
Habaş: 1936-39 Büyük İsyanı sırasında ilkokuldaydım ve Filistinli milliyetçiler tarafından düzenlenen İngiliz karşıtı gösterileri ve grevleri, “Kahrolsun sömürgecilik!” ve “Kahrolsun Balfour Deklarasyonu!” gibi sloganları hala canlı bir şekilde hatırlıyorum. Okulumuzun müdürü Tevfik Ebu es-Su’ud ateşli bir milliyetçiydi. Bir keresinde koridorda genç öğrenciler arasında kavga çıktığında onları azarlayarak şöyle dediğini hatırlıyorum: “Kendi aranızda kavga edeceğinize Yahudilerle kavga edin!” Başka bir gün aritmetik öğretmenimiz ayağa kalkmamızı ve bir dakikalık saygı duruşunda bulunmamızı istemişti. Bunun ne hakkında olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ve kimsenin de olduğunu sanmıyorum. Bir dakika dolduğunda öğretmen şöyle demişti: “Şu anda gençlerimiz vatanları için savaştıkları için darağacına gidiyorlar.”¹ Bu hadise beni çok etkilemişti. Yani o zamanlar geniş anlamda milliyetçiydim ama siyasi bir kariyer düşüncem yoktu.
On üç yaşındayken, ilkokulu bitirdikten hemen sonra ailem Lidda’dan Yafa’ya taşındı. Oradaki [Rum] Ortodoks Okuluna kaydoldum, ancak tam bir ortaokul olmadığı için ikinci yıldan sonra Kudüs’teki Terra Sancta² okuluna geçtim. Mezun olduktan sonra Yafa’ya döndüm ve iki yıl boyunca öğretmen olarak çalıştım. Boş zamanlarımı Ortodoks Kulübünde Mısır dergilerini, özellikle de edebi ve kültürel konulardaki makaleleri okuyarak geçirirdim. 1944 yılında Beyrut’a gittim ve orada Amerikan Üniversitesi’ne kaydoldum.
Suveyd: Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde (AUB) mi siyasetle ilgilenmeye başladınız?
Habaş: O zamanlar çalışmalarıma dalmıştım ancak bazı dönüm noktası niteliğindeki olaylardan derinden etkilenmiştim. Örneğin 1947 BM bölünme kararı. Anavatanımın bölünmüş olduğunu düşünmek zordu. Ve 1948’de Filistinliler sürülmeye başlandığında şunu merak etmeye başladım: Arap dünyası büyük ve geniş olduğuna göre, bir avuç çete tarafından nasıl yenilebilir? Sonra, tıp fakültesindeki ikinci yılımın başında, Nablus’tan gelen Matuk el-Esmer adlı bir sınıf arkadaşım bana Arap milliyetçiliği, Arap ulusu ve bir rönesans ihtiyacı hakkında konuşan Profesör Konstantin Zureyk³ tarafından düzenlenen yirmi ila yirmi beş kişilik kapalı seminerlerden bahsetti. Ben de katılmaya başladım. Matuk ayrıca Arap birliğinin nasıl sağlanacağını ve Filistin’in nasıl kurtarılacağını tartışmak üzere Ramiz Şihade adında bir AUB mezunu ile buluşmamızı istedi. Fakat o zamana dek Lidda’ya dönmeye kararlıydım, bu yüzden toplantı hiç gerçekleşmedi.
Suveyd: 1948 savaşı sırasında Lidda’ya mı döndünüz?
Habaş: 1948 yılının haziran ayıydı. Akademik yıl sona ermiş ve üniversite kapanmıştı. O sırada Siyonist güçler Yafa halkını sürmüştü ve Filistin’den göç en üst seviyedeydi. Ailem de dahil olmak üzere pek çok kişi Lidda’ya kaçmıştı. Oldukça iyi durumdaydılar —babamın bir dükkânı vardı, ona tüccar diyebilirsiniz— ve bana para göndererek Beyrut’ta kalmamı istediler. Annem benim için hep endişelenirdi, bu yüzden Lidda’ya geldiğimde çok şaşırdılar. Bu şartlar altında bir işe yarayabileceğime inanmadılar. Bunu düşündüm. Savaşabilir miydim? Tıp okumaya başladığım için bu alanda hizmet edebileceğimi düşündüm. Lidda Hastanesi’nde Zahlan ailesinden bir doktor vardı. Dr. Mustafa Zahlan’ın asistanı olarak hizmet vermeye başladım.
Suveyd: O sırada Lidda’daki durum nasıldı?
Habaş: Henüz Yahudilerin eline geçmemiş diğer kasaba ve köylerde olduğu gibi burada da olağanüstü bir endişe vardı. Hava saldırıları halkı terörize etmişti ve kasaba Siyonist çetelerin saldırısına uğrayan civar bölgelerden gelen mültecilerle dolup taşıyordu. Hacı Emin el-Hüseyni başkanlığındaki Arap Yüksek Komitesi’nin Lidda şubesi halkı yerlerinde kalmaya çağırıyor ve hatta gitmelerini engellemeye çalışıyordu. Bazıları, Yahudi kuvvetleri büyük saldırılarını başlattığında şehri kurtaracağını düşünerek,⁴ Lydda yakınlarında bir Arap Lejyon kuvvetinin varlığından teselli buldu.⁵
Suveyd: Saldırı sırasında neredeydiniz?
Habaş: Hastanedeydim, Dr. Zahlan’a yardım ediyordum. Her yer ölü ve yaralılarla dolup taşıyordu ve durum oldukça ürkütücüydü. Annemin teyzesi beni aramak için hastaneye geldiğinde tamamen meşguldüm. Annemin benim için endişelendiğini söyleyerek eve dönmemi istedi. Tabii ki reddettim. Sonunda bana kız kardeşimin, çok sevdiğim ablamın öldürüldüğünü söylemek zorunda kaldı [kendini kontrol etmek için duraklıyor]. Sokaklarda dolaşırken büyük bir karmaşa vardı. Bazılarını tanıdığım ölü ve yaralılar yol kenarlarına saçılmıştı.
Mezarlığa gidemediğimiz için kız kardeşimi evimizin yakınına gömdük. Üç saat sonra, Yahudi askerler “Dışarı! Dışarı! Çıkın dışarı!” çığlıkları atarak evi bastılar. Annem ve kız kardeşimin çocukları —kucağımızda taşımak zorunda kaldığımız küçük bir çocuk da dahil olmak üzere— diğer akrabalar ve komşular gibi dışarı fırladılar. Nereye gideceğimiz hakkında hiçbir fikrimiz yoktu ama Yahudi askerler bize hareket etmemizi emretti. Biz de yürüdük. Ramazan ayında sıcak bir gündü. Etrafımızdaki bazı insanlar mahşer günü olduğunu söylüyordu, diğerleri ise halihazırda cehennemde olduğumuzu söylüyordu. Kentin dışına ulaştığımızda, gidenlerin arandığı bir Yahudi kontrol noktası bulduk. Silahımız yoktu. Ama komşumuzun oğlu Emin Hanhan’ın üzerinde bir miktar para vardı ve onu aramalarına izin vermedi. Bir Siyonist asker onu gözlerimizin önünde vurarak öldürdü. Annesi ve kız kardeşi feryat ederek yanına koştu. Kardeşi Bişara benimle ilkokula gidiyordu ve arkadaştık. Birlikte ders çalışır ve oynardık.
Neden bu yolu seçtiğimi, neden bir Arap milliyetçisi olduğumu merak ediyorsunuz. Siyonizm işte budur. Tüm bunlardan sonra barıştan bahsediyorlar. Benim bildiğim, kendi gözlerimle şahit olduğum Siyonizm buydu.
Suveyd: Ailenize ne oldu?
Habaş: Ramnallah’a gittik. Ailem daha sonra Amman’a taşındı ve ben de tıp eğitimime devam etmek için Beyrut’a geri döndüm.
Suveyd: Peki ya AUB’de geçirdiğiniz diğer yıllar? Hangi öğrenci arkadaşlarınızı hatırlıyorsunuz?
Habaş: Hani al-Hindi,⁶ Vadi’ Haddad,⁷ Ahmed el-Hatib,⁸ Saleh Şibel, Hamid el-Cuburi ve diğer pek çoğu.⁹ Tüm Lübnan’da üyeleri olan bir öğrenci siyasi hareketinin parçasıydık.
Suveyd: O zaman öğrenci faaliyetlerinin ötesinde bir girişimde bulunmayı düşünüyor muydunuz?
Habaş: Elbette düşünüyordum. Vadi’ Haddad, Ahmed el-Hatib ve Hani el-Hindi ile birlikte doğrudan eylem —hızlı ve etkili eylem- fikri bizi cezbetmişti. O zamanlar gençtik. Hani el-Hindi bize Suriye’de bizim gibi düşünen kişilerden bahsetti. Kata’ib el-Fida’ el-Arabi [Arap Komando Taburları] böyle doğdu. Ben, Hani, Cihad Dahi¹⁰ ve Mısır’dan Hüseyin Tevfik ve diğerleri Kata’ib el-Fida’ el-Arabi’de aktiftik. Öncelikli hedeflerimiz önce hainler, sonra İngilizler ve son olarak da İsrail’di. Fakat Hüseyin Tevfik’in muhtemelen başka tarafların emriyle (benim ya da Hani ve Cihad’ın onayı olmadan) gerçekleştirdiği Çiçekli’ye¹¹ başarısız suikast teşebbüsünün ardından, bu tür taktiklerle Filistin’i özgürleştirmeyi beklemenin mantıksız olduğunu ve siyasi bir hareket başlatmayı düşünmeye başlamanın zamanının geldiğini anladım. Hani ve benim o sırada okuduklarımızın rehberliğinde, Arap birliğini sağlamadan Filistin’i özgürleştirmenin mümkün olmadığı fikri zihnimizde kristalleşti. Aklımızdaki örgüt ancak kişisel kariyerlerini bir kenara bırakıp kendilerini bu davaya adayacak kararlı insanlar tarafından yönetilebilirdi. Böylece Arap Milliyetçi Hareketi’nin (AMH) çekirdeği oluşmaya başladı.
Elbette çok geniş bir Arap milliyetçiliği akımı zaten mevcuttu. AMH’yi karakterize eden şey Filistin’in kurtuluşunun Arap birliğini gerektirdiği inancıydı. Hareketin son derece sıkı olması gerektiğine inanıyorduk.
Suveyd: Çekirdek grubun ideolojik bir temeli var mıydı?
Habaş: Nekbe hakkında yazan Zureyk’in ve o dönem Arap milliyetçiliğinin babası olarak bilinen Sati’ el-Husari’nin¹² fikirleriydi. Bir keresinde Husari’ye 1948’de neden kaybettiğimiz sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Çünkü biz yedi devlettik.” Ama elbette Zureyk ve Husari’yi okumak yeterli değildi. Siyasi bir hareket örgütlemeyi düşünmeye başladığımızda her şeyi okumamız gerektiğini fark ettik. Siyasi bir vizyona (o dönemde siyasi vizyondan ne anladığımıza uygun olarak) ve sözlerle değil eylemle kanıtlanması gereken çelik gibi bir örgüte sahip olduğumuza ikna olana kadar kendimize bir hareket kurma izni vermeyeceğimize karar verdik.
İdeolojiye gelince, Marksizm bizim için henüz resmin içine girmemişti, Sovyetler Birliği’nin bölünmeyi desteklemesi nedeniyle u fikre karşı olumsuz bir tutumumuz vardı. Her halükârda öğrenmek için yoğun bir çaba sarf ettik ve muazzam miktarda okuma yaptık. Hani ve Vadi’ Haddad ile birlikte Alman ve İtalyan birleşme hareketleri, Fransız Devrimi ve benzeri konularda çok fazla tarih okuduk. Ben Kuran da okudum. Vadi’ de öyle. Vadi’ ve Hani’nin okumaya dalmış halleri hala zihnimde canlanır. Önce kendimize karşı dürüst olmakta ısrar ettik. Bu konuda düşünmeye başlamamızın üzerinden ancak üç yıl geçtikten sonra örgütün kuruluşunu ilan ettik. Örgütlenmeye 1951 yılında başladık. Ben Amman’a gittim, Vadi’ de beni takip etti¹³ ve daha sonra hareketi tam zamanlı bir uğraş haline getirmemiz gerektiği ve hiçbir fedakarlığın büyük sayılmayacağı aklımıza geldi. Kuveyt’e giden Ahmed Hatib 100 dinarlık ilk maaş çekini aldığında bize 90 dinar gönderdi. Biz de dedik ki: “Artık başlayabiliriz.”
Suveyd: Arap Milliyetçi Hareketi’ni yeniden kuracak olsaydınız, neleri aynı yapar ve neleri değiştirirdiniz?
Habaş: Ailede, okulda, kulüplerde ve derneklerde başlayarak siyasi faaliyetlerde, örgütlerde, partilerde ve devlet kurumlarında demokrasiye kadar demokrasiyi temel bir slogan olarak ortaya koyardım. Böylece Filistin’in kurtarılmasına ek olarak demokrasi konusunu da eklerdim. Ayrıca birliği, 1958’de Nasır yönetiminde Mısır ve Suriye’nin yeterli hazırlık yapılmadan topyekûn ve aniden birleşmesi gibi paradigmatik bir örnek üzerinden ele alıyordum. Şimdi ise daha farklı anlıyorum. Öncelikle tamamlayıcılık konusunu ele almalı ve birliği, iktisadi, sosyal veya kültürel alanlarda birliğe varan başarıları pekiştirerek adım adım, aşamalar halinde tamamlanacak kümülatif bir süreç olarak görmeliyiz. Ben şimdi bunun bölgesel birimlerde —örneğin Mağrib ülkeleri, Bereketli Hilal ülkeleri, Mısır ve Sudan, Arap yarımadası ve Körfez— birbirini takip eden yakınlaşma aşamalarında gerçekleştiğini görüyorum. Bir bölgede komşular arasında ilerleme kaydedilse de kaydedilmese de diğer bölgelerde de benzer ilerlemeler kaydedilir. Nihayetinde, AMH’ye bağlı bölgesel birimler arasında bir federasyon kurulabilir. Bu arada, pan-Arap düzeyinde, bireyler için hareket özgürlüğü, Araplar arası ticaretin teşviki, Arap üniversiteleri arasında koordinasyon ve bazı sivil önlemler alınmalı. Uzun ve birbiriyle bağlantılı bir sürece girmiş olurduk.
Bir de sosyalizm meselesi var. Başta sosyalizm gündemimizde yoktu: sloganımız “Birlik, Kurtuluş ve İntikam”dı; Filistin’de yaşananların intikamı. Sosyalizm daha sonra parti içinde yapılan al-verler sonucunda dahil edildi. Temel fikirlerimin olaylara tepki olarak şekillendiğini vurgulamak istiyorum; düşünce çizgimi gerçek hadiseler belirledi. Okumalar ve parti klişeleri bir rol oynadı, ancak Corc Habaş’ın düşünceleri üzerindeki temel etkiyi soruyorsanız, cevabım hadiseler olmalı; yani 1961’de Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin dağılması, 1967 savaşı, 1973 savaşı, intifada. Önce hadiseler meydana gelir, sonra ne olduğuna dair tartışmalar başlar, sonra da okumalar —olaylar, etkileşimler, okumalar— bu sırayla gerçekleşir.
Suveyd: Sosyalizm konusuna geri dönebilir miyiz?
Habaş: Dediğim gibi, kitlelerin her şeyin temeli olduğunu bilmemize rağmen, sosyalizm başta gündemimizin bir parçası değildi. Bu anlamda ilericiydik.
Daha sonra sosyalizmin hangi aşamalarda gerçekleştirilmesi gerektiğini özetleyen son derece önemli bir genelge yayımladık. Bu, hareketin ideolojisiyle ilgili olarak daha fazla demokrasiye doğru atılan ilk adımdı. O günlerde hala hareket içinde bölünmeler yaratmadan gelişebiliyorduk. Bu durum devam etseydi, AMH dağılmayacaktı.
Nasır’ın Suriye ile birleşme sırasında sosyalizmi savunuyor olması parti içinde tartışmaya yol açtı. 1959 yılının başlarında Beyrut’ta Muhsin İbrahim başkanlığında,¹⁴ Muhammed el-Zeyyat, Yusuf Muğayzel,¹⁵ Abdülhamid Şeraf¹⁶ ve Ahmed Staitiyyen’in mensubu olduğu bir kültür komitesi kurduk. AMH’nin komuta kademesi ve kültür komitesi arasında yapılan bir tartışmanın ardından, sosyalizmin gündeme dahil edilmesine ve “intikam” teriminin “Filistin’in kurtuluşu” ile değiştirilmesine karar verildi. Böylece AMH’nin sloganı “Birlik, Kurtuluş, Sosyalizm ve Filistin’in Kurtuluşu” oldu. Bu son değişiklik, “intikam” ifadesinin popüler olmadığını savunan kültür komitesinin tavsiyesine dayanıyordu. Komite ayrıca Yahudiler ve Siyonistler arasında ayrım yapılmasını da tavsiye etti.
Suveyd: Daha önce AMH’nin dağılmasının sosyalist düşüncenizin daha da derinleşmesine yol açtığını ve sizi Marksizme yönlendirdiğini söylemiştiniz.
Habaş: Birliğin dağılması gözlerimi açtı ve beni buna neden olan güçleri incelemeye zorladı. Sınıf mücadelesi konusunda daha derin bir anlayış kazandım ve bunun toplumumuzda ne kadar büyük bir etken olduğunu fark ettim. Vietnam’dan da dersler çıkardım. Arap milliyetçisi olmak ile gerçek bir sosyalist olmak arasında bir çelişki görmüyorum. Fakat Marksizme asıl bağlılığım 1967 savaşından sonra oldu. Marksistliğim Suriye’deki hapis hayatım sırasında daha da derinleşti. Beni dokuz ya da on ay boyunca hücre hapsinde tutan gardiyanım Abdülkerim el-Cundi’ye beni kıracağını düşündüğü için teşekkür borçluyum. Tüm bu süreyi Marx ve Engles’in, Lenin’in, Ho Chi Minh ve Mao’nun tüm eserlerini okuyarak geçirdim. Bundan sonra [Halk] Cephesi’nin ikinci ulusal kongre bildirisini yazdım.
Suveyd: Şu anda Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) ve El Fetih arasındaki ilişkileri silahlı mücadele açısından nasıl görüyorsunuz?
Habaş: Ebu Ammar [Yaser Arafat] boyun eğip Oslo anlaşmasını imzalayana kadar silahlı mücadele El Fetih ile aramızda ortak bir paydaydı. Ancak temel konularda her zaman farklı düşündük. Örneğin, her zaman Filistin ve Arap milliyetçiliğinin boyutlarının birbirine bağlı olduğunu, Filistin’in kurtuluşunun bu karşılıklı bağımlılık olmadan başarılamayacağını vurguladık. El Fetih’in büyük hatası —ölümcül hatası— Filistin davasını Arap milliyetçiliği davasından ayırmak oldu. İkinci boyut ise sınıfsal boyuttur. Burjuvazi sınıfsal hedeflerine ulaştığında savaşmayı bırakır. Şu anda Oslo ekibi tarafından temsil edilen belli bir sınıf fraksiyonu bir başarı elde ettiğine inanıyor. Peki ya kitleler? Onların çıkarları ne olacak?
Kitlelerin ne hale geldiğine bir bakın. Filistinli kitlelerin El Fetih tarafından yozlaştırılması ve uysallaştırılması akıllara durgunluk veren bir felakettir. Tüm savaşlardan ve onları marjinalleştirme ve yenilgiye uğratma teşebbüslerinden sağ çıkan, işgal edilen toprakların içinde ve dışında Siyonist militarist makineye direnen aynı kitleler, otuz yıl sonra, burjuva liderlikleri altında, milliyetçi kazanımlarının ve kurumlarının yetersizliği ve baskıcı devlet aygıtları tarafından demokrasinin boğulması nedeniyle umutsuzluğa ve hüsrana kapıldılar. Mafyalar yükselişte ve işgalci güçle olan ilişkiler günlük ihtiyaçlar üzerinde tekel sağlamak için kullanılıyor.
Yine de mevcut durumun temel sorumluluğunu Filistin Yönetimi ekibine yüklesem de meydan okumaya kalkışmayan ya da ilan ettiği hedef ve programlara sadık kalmayan muhalefeti muaf tutmuyorum. Silahlı mücadeleye gelince, FHKC intifadaya kadar bunu savundu. Silahlı mücadelede savaşanlar fedailerdir ama intifadada savaşanlar tüm Filistin halkıdır—çocuklar, kadınlar, sanatçılar, herkes. İntifada ile ilk kez Filistin’in bir kısmında özgürlük ve bağımsızlık elde etmenin mümkün olduğunu hissettim.
Silahlı mücadeleyi kutsal bir ayine dönüştürenler olduğunu artık biliyorum. Artık bu düşüncenin ötesine geçtik ve silahlı mücadeleyi daha geniş bir siyasi mücadelenin parçası olarak görüyoruz. Silahlı mücadeleyi benimseyip benimsememek vicdani bir mesele değil, düşmanın fıtratı ve uygulamaları tarafından belirlenir. Aynı zamanda Filistin halkının sadece diplomatik eylemlerle ulaşamayacağı, devrimci şiddetin çeşitli tezahürleriyle özel bir yere sahip olduğu kapsamlı bir mücadeleyi gerektiren hedefleri tarafından da belirlenir. Bu ve siyasi, kültürel ve iktisadi gibi diğer mücadele biçimleri arasında bir çelişki yoktur. Fakat Oslo anlaşması, silahlı mücadele aşamasının kazanımlarını heba ettiği gibi, işgal altındaki anavatanda intifadanın kazanımlarını da heba etti. Esasında intifadaya son vermek, İsrail’in Oslo anlaşmasını kabul etmek için öne sürdüğü temel şartlardan biriydi.
Suveyd: FKÖ müzakerelere başladığında intifada çoktan can çekişmeye başlamıştı.
Habaş: Ebu Ammar daha o zamandan önce, Cezayir konferansında tavizler vermeye başlamıştı. İsrail’in daha fazla taviz talep etmesine neden olan da buydu. Filistinliler, Araplar ve uluslararası perspektiften mümkün olan en kötü koşullar altında müzakereye gitti.
Suveyd: FHKC uçak kaçırma ve rehin alma eylemleri nedeniyle eleştiriliyor. İdeoloji ve prosedürler açısından bu konu hakkında ne söylersiniz?
Habaş: 1960’lardan itibaren İsrail’in nükleer kapasitesi konusunda çok fazla endişe vardı; Nasır ile bu konuyu tartıştığımızı hatırlıyorum. Filistinli profesörlerden ve diğer arkadaşlardan oluşan bir danışma kurulumuz vardı ve onlar dünyanın dikkatini nükleer meseleye çekmemiz gerektiğini düşünüyorlardı. Bu arada Vadi’ ve ben Filistin halkına yapılan haksızlığa karşı dünya kamuoyunun nasıl uyandırılabileceğini bulmaya çalışıyorduk. Uçak kaçırma fikrini Vadi’ ortaya attı ama operasyonları gerçekleştirenlere sürekli olarak kimseye zarar vermemeleri talimatını veriyordu. Bazı eylemlerle dünyanın dikkatini çekmek istiyorduk, hepsi bu.
Suveyd: Sivilleri kaçırmanın Filistin davasına destekçi kazandırdığını düşünüyor musunuz? Bir kişi Filistin davasının destekçisi olsa bile, böyle bir çilenin kişinin duygudaşlığı üzerinde olumsuz bir etkisi olacağı kesin.
Habaş: Bu operasyonlara 1972 yılında son verdik. Ancak bu operasyonları gerçekleştirdiğimiz üç yıllık döneme baktığımızda, bunların bir etkisi olduğu sonucuna varmamız gerekiyor. Operasyonları acı kişisel operasyonlardan daha geniş bir perspektifte, bireysel yolcuların daha geniş bir deneyiminde değerlendirmek zorundayız ve acı değerlendirmeden daha geniş perspektifimiz, bu operasyonların halkımızın çektiği acıların farkındalığını dünyaya kişisel bir deneyim haline getirmesiydi.
İsrailli sivillere yönelik operasyonlara gelince, bir görüşe göre tüm İsrailliler yerleşimci ve gaspçıdır. Ben de bu görüşü savunanlardan biriyim. Yine de biz orduya odaklandık. Mücadelenin etik bir boyutu olması gerektiğine katılıyorum ama ateşli kınamaların genellikle İsrail’in destekçilerinden gelmesi önemli. Filistinliler, Lübnanlılar ve diğer Araplar arasında Siyonist devlet terörünün tüm sivil kurbanlarını topladığınızda, bu sayının öldürülen İsrailli sivillerden onlarca kat daha fazla olduğunu göreceksiniz.
Suveyd: İntihar saldırıları ve rastgele bombalamalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Habaş: Cephe olarak görüşümüz, işgalin bütünlüğünü zayıflatan her türlü eylemin davamız ve mücadelemiz için faydalı olduğudur. Elbette amacımız sivillere zarar vermek değil. Bizim için mücadele bir vandalizm eylemi değil, gasp edilen haklarımızı yeniden kazanma aracıdır. Düşmanın bu hakları tanımayı reddetmesi (ve bundan kaçınmak için en acımasız yollara başvurması) sadece Filistinlilerin başına gelenlerden değil, İsraillilerin başına gelebileceklerden de sorumludur. Bu operasyonları kınamamı isteyenlere şunu söylüyorum: Neden kınayayım ki? Sorumluluğu taşıyan taraf ben değilim. Ben İsrail’in sorumluluğunu teyit etmek istiyorum. Meselenin köklerine inmek ve sorumluluğu kaynağında tespit etmek gerekir.
Suveyd: Direniş’in Ürdün ve Lübnan’da yaşadığı sıkıntılardan ne gibi dersler çıkarılabilir?
Habaş: Silahlı mücadele 1967 yenilgisinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bu, dünyanın başka yerlerindeki sömürgeci girişimlerin kalıntılarının sökülüp atıldığı bir dönemde, vatan kaybına ve yeni bir zorla sürgün ve işgale karşı kitlesel ve örgütlü bir tepkiydi. Ürdün ordusu 1967 savaşında çökmüştü ve ABD onu karşı devrimci bir güç olarak hızla yeniden bir araya getirdi. Kısa süre içinde Direniş’in bir yanda güçlü bir İsrail ordusu, diğer yanda Ürdün ordusu arasında sıkışıp kaldığı bir durum ortaya çıktı. Ürdün ordusunun İsrail gibi bir düşman olduğu söylenemezdi ama yine de devrimci güçlerle karşı karşıya gelen düzenli bir orduydu. Direniş kendisini çok zor bir durumda buldu ama tam anlamıyla gerçek bir ulusal birlik kurulabilseydi, Filistinli kitleler harekete geçirilebilseydi ve Ürdün’deki pan-Arap eğilimler tarafından temsil edilen Ürdünlü kitlelerle bir ittifak kurulabilseydi Direniş’in kurtulabileceğine inanıyorum. Ne olduysa El Fetih’in Ürdünlü pan-Arap unsurları tamamen ihmal etmesiyle oldu.
Bir de komşu Arap ülkeleriyle olası askeri ittifaklar meselesi var: Irak’ın Ürdün’de bir ordu birliği vardı ve Suriye ordusu da hemen yanı başımızdaydı. Fakat duruma ilişkin kapsamlı bir Filistin vizyonu yoktu. Belki de Filistin solu düşündüğünden daha iyi bir durumdaydı ama bu göreve uygun değildi. Ürdün’deki Direniş’in haksız davranış hatalarını küçümsemek istemiyorum. Şubat, Haziran ve Eylül 1970’te ciddi hatalar yaptık, ancak diğer hatalar halk arasındaki bölünmeleri artırmak ve daha sonra Direniş’e karşı güçlü bir saldırıyı haklı çıkarmak için Direniş’e karşı kızgınlığı beslemek amacıyla uyduruldu.
Suveyd: Ürdün’de milliyetçi bir rejim ve ordu olsaydı durum farklı olur muydu?
Habaş: Aynı topraklar üzerinde iki otoritenin bir arada yaşamasının zor olduğu doğru. Yine de milliyetçi bir rejimin devrimin taleplerini ve hedeflerini anlamaya çalışacağı ve kendi otoritesinden vazgeçmeksizin devrimin kendisi için bir üs inşa etmesine izin vereceği bir durum hayal edilebilir. Elbette bunun için ikisi arasındaki ilişkiyi düzenlemek ve her birinin yetkisinin kapsamını tanımlamak gerekecektir.
Suveyd: Sadece bir iç savaş olmayan Lübnan’daki savaş sırasında, ülkenin bir savaş alanı olarak kullanıldığı ve Lübnan’ın, Arapların olanlarla ilgili herhangi bir sorumluluk duygusu olmadan yok edildiği söylenebilir, FHKC olarak Lübnan’da yaşananları gözden geçirirken bunu düşündünüz mü?
Habaş: Lübnan’ın başına gelenleri düşünmek çok acı verici ve orada verilen mücadelelerden çıkarılacak dersler üzerinde derinlemesine ve sorumlu bir şekilde düşünmek bizim görevimiz. FHKC söz konusu olduğunda, Lübnan’daki durum konferanslarımızda ve komuta örgütlerimizin toplantılarında sürekli tartışılan bir konuydu. Lübnan’da neyin önemli olduğu unutuldu ve her şey içgüdüsel tepkilerin —mezhepsel, siyasi ve bölgesel— enkazı altına gömüldü. İlişkilerin bu ahlaki ve entelektüel ahlaksızlık seviyesine inmesine izin verildiğinde, kişi önce kendine sonra da başkalarına yanlış yapar. İşte bu nedenle “Lübnan’ın Filistinlileri ve hem kendi içlerinde hem de başkalarıyla tarihi bir uzlaşma alternatifi” başlıklı önemli bir bildiri yayımladık ve bu bildiride bu belirsizliğe, yani Lübnanlıların onuru ve çıkarlarının Filistinlilerin onuru ve çıkarlarının bir parçası olduğu ve bunun tersinin de geçerli olduğu temel noktasına odaklandık. Birliğin ahlaki ve yaratıcı temelleri, birlik çerçevesi dışında gerçek bir anlamı olmayan çeşitliliğin ve bireysel farklılıkların kabul edilmesine dayanır. Buna karşılık, birliğin, çeşitli biçimleri kamusal [pan-Arap] benliğin temel kurucu unsurları olan çeşitliliği ve bireyselliği hesaba katmadığı sürece hiçbir meşruiyeti yoktur. Bu düzenleyici olmadan, bireysel farklılıklar sürekli yıkıcı iç mücadelelerin ve kanamaların kaynağı haline gelir, tıpkı kamusal benliğin de boğucu bir aynılığı dayatmaya çalışan baskıcı bir güç haline gelmesi gibi. Özgürlük ve demokrasiyi boğan dinamikler bu şekilde sürekli olarak yeniden üretilir.
Suveyd: Eğer Lübnan Milliyetçi Hareketi kontrolü elinde tutsaydı, bu hadiselerin gidişatında herhangi bir fark yaratır mıydı?
Habaş: Sonuçların çok farklı olacağından emin değilim, zira o dönemde hareketi etkileyen zayıflıkların ve ciddi kusurların farkındayım. Hedefleri asil ve adildi ama sosyopolitik gündeminde netlik eksikliği ve örgütsel yapısında zayıflık söz konusuydu. Aslında hareket mevcut krizi aşan bir program ve vizyon ortaya koyamamıştı. Reaktif olmaya devam etti ve bu nedenle siyasi, sosyal ve örgütsel pratiklerinde egemen kültürün ötesine geçemedi. Lübnan formülü hem siyasi hem de sosyal güçler tarafından yerinde tutuluyordu; Lübnan’daki mezhepçi zihniyet ve kültür o kadar derinlere yerleşmiş ve yaygındı ki ancak çok güçlü ve olgun bir siyasi hareket ciddi bir değişim getirebilirdi. Bu nedenle hareket her zaman dış güçlere bağımlıydı.
Lübnan’daki Filistin sağı bu şekilde hareketin kararları üzerinde hegemonya kurmayı başardı, onu bağımsızlığın hayati bir koşulundan mahrum bıraktı ve sağın kendi başarısız ve dar stratejilerini ona dayattı. Aslında Filistinli sağcı akım hareketi istismar ederken Ürdün’de düştüğü ölümcül tuzağa Lübnan’da da düştü.
FHKC’deki bakış açımız, İsrail’e karşı sürekli sert bir tutum sergilememiz ve harekete ve onun ilerici-demokratik planlarına sınırsız destek vermemiz gerektiği yönündeydi. Bu nedenle liderliğin tamamen hareketin elinde olması gerektiğini sürekli vurguladık; elbette hareketin Lübnan’ın açmazlarının çözümüne ilişkin sosyopolitik vizyonunun yanı sıra Siyonist düşmanla yüzleşmeye ilişkin net bir perspektif oluşturması gerekiyordu.
Suveyd: Sizce Hizbullah’ın başarısının sırrı nedir? Bunun Lübnan’daki Filistin direnişi deneyiminden farkı nedir?
Habaş: Dört temel unsur var: İlk olarak, Hizbullah kendi topraklarında, kendi halkının arasında faaliyet gösteriyor; ikinci olarak, askeri aygıtını ve liderliğini çevreleyen gizlilik, sabit tutumları benimsemeyi reddetmesi ve stratejik ve taktiksel amaçlar için manevrayı mükemmel bir şekilde kullanması; üçüncü olarak, Hizbullah’ın birleşik bir liderliği var ve dördüncü olarak, Hizbullah bizim yaptığımız hatalara düşmemek için hem olumlu hem de olumsuz deneyimlerimizden ders çıkardı. Hizbullah, acı ve kanlı deneyimlerimizin taçlandırılmış başarısıdır.
Suveyd: 1982’deki Beyrut savaşının sonraki olayların gidişatını etkilediğini düşünüyor musunuz? Örneğin intifadanın başlamasına yardımcı oldu mu?
Habaş: Hiç şüphe yok ki Filistin dışında silahlı mücadele yürütülürken, içerideki kitleler devrimin devam ettiği konusunda rahat olabilirlerdi. Bu dış ufuk kapandığında ve Filistin dışındaki devrimin çıkmaza girdiği anlaşıldığında intifada başladı. Dolayısıyla intifada Lübnan savaşından soyutlanamaz. Filistin ve Arap düzeyinde iki eğilim belirginleşti: biri intifadaya devam etmeyi önerirken, diğeri yolun sonuna geldiğimizi ve yirmi yıllık mücadelenin meyvelerinden bazılarını güvence altına almak için siyasi alternatifi ele almamız gerektiğini söylüyordu. Fakat bu, tecrübeli mazinin faydalarından yararlanmamak, birikmiş başarılarımızdan vazgeçmek ve kendimizi yaşadıklarımızdan koparmak, trajik bir şekilde umutlarımızı düşmanın bize vereceği şeylere bağlamak anlamına geliyordu. Lübnan savaşının son günlerinde Ebu Ammar resmi yayın organımız el-Hadaf’ın merkezindeki FHKC bürosunda beni görmeye gelmişti. Benimle özel olarak konuşmak istedi. Bana şunu sordu: “Birlikte gitmemize ne dersin?” Ben de “Nereye?” diye sordum. “Tunus ya da Kıbrıs’a” dedi. Ne düşündüğünü anlamıştım. Ona söyledim: “Eğer devrimin sonunun geldiğini düşünüyorsanız, sizinle aynı fikirde değilim. Devrim devam etmeli, çok zor koşullar altında bile. Kalmalı ve ulusal birliğimizi ve şu anda bizi destekleyebilecek tek güçle —Suriye— olan bağlarımızı korumalıyız.” Daha sonra ayrıldı ama ben onunla birlikte ayrılmadım. Hangi yolu izlemek istediği açıktı. Lübnan savaşı bunda rol oynadı.
Suveyd: Batı Şeria ve Gazze’nin büyük kısmında başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulmasını kabul edilebilir bir çözüm olarak görüyor musunuz?
Habaş: Her şeyden evvel böyle bir sonucun yakınında bile değiliz. İşçi Partisi İsrail’de yeniden iktidara gelse bile Kudüs, yerleşimler, geri dönüş hakkı, sınırlar ve su kaynakları gibi meseleler devam edecektir. Eğer kabul edilebilir bir ara çözüm ortaya çıkarsa, kitlelerimize şunu söylemeliyiz: bu bir ara çözümdür, meselenin sonu değildir.
Suveyd: Filistin davasının Oslo’dan önce şimdikinden daha iyi durumda olduğunu düşünüyor musunuz?
Habaş: Elde edilen sonuçların hızlı bir incelemesi bile Oslo’da kazandığımızdan çok daha fazlasını kaybettiğimizi gösteriyor. Buna karşılık İsrail kaybettiğinden çok daha fazlasını kazandı; bizim kayıplarımız İsrail için net kazanç oldu. Bu, Oslo’nun bizi sürüklediği çıkmazın ve Filistinlilerin işgal altındaki vatanımızda ve diasporada içinde bulundukları zor koşulların bir yansıması. Uluslararası meşruiyetimize tutunmalı, Arap ülkeleriyle pozisyonumuzu koordine etmeliydik. Suriye ile ittifak kurmalı, evimizi düzene sokmalı ve bize açık olan tüm yollarla direnmeye devam etmeliydik.
Suveyd: İsrail toplumunda Filistin halkının ulusal haklarını tanıyan güçlerle diyalog kurmayı kabul eder misiniz? Bu güçlerle çalışmanın faydalı olacağını düşünüyor musunuz?
Habaş: Taktiksel bir bakış açısıyla, İsrail içinde var olan bölünmelerden faydalanmalıyız. Ancak İsrail’de Filistinlilerin haklarını savunan güçlerin son derece marjinal olduğunu ve bugüne kadar etkili bir rol oynamadıklarını unutmamalıyız. Aslına bakılırsa, bu güçler genelde uysal bir Filistinli zihniyeti yaratmak isteyenler tarafından kullanılıyor, Filistinlilere tavizler kazandıran bir halkla ilişkiler pozisyonu sunuyor ve bu da İsrail kamuoyunun önünde İsrail’in iyi niyetinin kanıtı olarak gösteriliyor. Bize göre, İsrail’i kaçınmayı sevdiği zor sorularla yüzleşmeye zorlayabilecek sağlam bir Filistin-Arap cephesi olmadıkça İsrail içindeki bölünmeler ciddileşmeyecektir.
Suveyd: Arapların bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Habaş: Bunlar Filistin davasının en karanlık günleri. 1936’da, 1948’de, ellilerde, altmışlarda, yetmişlerde yaşananları gözden geçirdiğimde, içinde bulunduğumuz dönemi en kötü dönem olarak görüyorum. Neden? Çünkü yapabileceğiniz en kötü şey teslim olmaktır. İçinde bulunduğumuz dönemi, değerini yitirmiş ve işgal altında olan ülkenizi yeniden kazanmak için mücadele ettiğiniz sürece her şey yolunda demektir. Rejimlerin ve bazı partilerin ya da güçlerin teslim olma kapasitesine sahip olduğuna inanıyorum. Fakat Arap halkı —bir süre geri çekilse ya da hareketsiz kalsa da— nihayetinde topraklarının işgal edilmesini ve haklarının süresiz olarak gasp edilmesini kabul etmeyecektir. Filistin’de, Mısır’da, Ürdün’de, Lübnan’da, hatta Mağrib’de olumlu gelişmeler var. Çeşitli Arap ülkelerinden gençlerle tanıştığımda, milliyetçi davaya olan bağlılıklarının boyutunu hissedebiliyorum.
Suveyd: Körfez Savaşı’ndan bu yana ortaya çıkan durum hakkında ne düşüyorsunuz?
Habaş: Körfez’de yaşananlarla ilgili olarak, elbette bir Arap ülkesinin diğerini işgal etmesine karşıyım. O zaman da açıkça söylediğimiz gibi, her zaman birliğe giden yolun demokratik bir yol olması gerektiğine inandık. Birlik bir özgür seçim meselesidir, şiddet değil. Zaman içinde ayrı devletlere bölünmemize neden olan kültürel etkilerin ve iktisadi, siyasi ve sosyal gerçeklerin üstesinden gelmek için keyfi yöntemlere veya zorlamaya başvurulamaz. Birlik için kademeli olarak ve uzun vadeli bir temelde çalışılmalı. Asıl soru, savaşın olumsuz sonuçlarının nasıl giderileceği. Arap dayanışmasına yönelmek zorundayız. Örneğin üç Arap ülkesi Libya, Sudan ve Irak ABD’nin ambargosu altında. Tüm Arap ulusu buna son vermek için mücadele etmeli. Karşıt ittifakın Arap ulusuna karşı düşmanca eylemlerini sürdürme kararlılığı, Arap dünyasında zayıflığın ve bölünmüşlüğün arttığını gördüğü her an daha da artıyor. Araplar bir tür meydan okumaya girişirlerse —savaş demek istemiyorum ama en azından ciddi bir iktisadi yüzleşme ya da medya kampanyası— düşman karşısındaki konumlarını iyileştirecek ve uluslar arasında biraz saygı kazanacaklardır.
Suveyd: Pek çok Arap ülkesinde aktif hale gelen İslami güçlerle ilişkilerinizi nasıl görüyorsunuz?
Habaş: Bu, Arap ulusal kurtuluş hareketinin hem pan-Arap düzeyinde hem de her bir ülke içinde karşı karşıya olduğu en büyük ikilemlerden biri. Öncelikle, İslami güçlerle işbirliği yapıp yapmama konusunda keyfi bir karar verilemez, hepsini aynı kefeye koyamazsınız. İkinci olarak, bazı şaibeli ilişkileri olan hareketler ya da gruplar dışında, bu güçler kendi toplumlarına özgü olduğu için onlarla ilgilenme zorunluluğu hissedilir. Bu da bizim ve siyasal İslam güçlerinin mevcut ve öngörülebilir koşullar altında birlikte çalışmamızı sağlayacak ortak bir payda bulmamız gerektiği anlamına geliyor. Bununla birlikte, topluma bakış açıları ve ideolojileri temelinde mücadeleye gerçekten katılan İslami güçler (Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki Hamas ve İslami Cihad ve Ürdün’deki Cemaat-i İslamiyye’de olduğu gibi) ile eylemleri artık insani, ahlaki veya İslami boyutlarda ne anlaşılabilir ne de haklı görülebilir olan güçler ve gruplar (şu anda Cezayir ve Mısır’da olduğu gibi) arasında ayrım yapmamız gerekiyor. İlk tip İslami güçlerle ilişkilerimizin, ulusumuzun düşmanıyla bir hesaplaşmaya varmak için verilen mücadelede derin bir ittifakla karakterize edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Böyle bir ittifakın koşulu, ortak eylemin demokratik bir temelde yürütülmesi olmalı.
Suveyd: Azınlıklar konusu giderek daha hassas bir hal alıyor. Örneğin Mısır’daki Kıptilerin özel bir statü hakkına sahip bir azınlık olduğunu savunanlar var. Bazı Lübnanlı Maruniler ise Lübnan’da kültür ve medeniyet açısından farklı iki toplum bulunduğunu ve her birinin kendi mensuplarının yaşamlarını uygun gördüğü şekilde düzenleme hakkına sahip olduğunu savunuyor.
Habaş. Olayları birbirine karıştırmama konusunda dikkatli olmalıyız. Farklı dilleri, kültürleri ve kimlikleri olan ulusal azınlıklar ile dini veya mezhepsel azınlıklar arasında büyük bir fark mevcut. Arap Hıristiyanlara, Arap ulusunun sosyal ve kültürel dokusunun bir parçası değilmişler gibi muamele etmek kesinlikle kabul edilemez; en basitinden, onlar yerli Araplar ve dini inançlarının ulusal ve kültürel kimlikleri üzerinde hiçbir etkisi yok. Lübnan’daki Hıristiyan Arap entelektüellerin Arap dili ve Arap kültürünün rönesansına katkılarını unutabilir miyiz? Kökenleri, tarihleri, medeniyetleri ve kültürleri Araptır ve bu hakikate uygun davranmalılar.
Bunun için iki koşul gerekli. Birincisi, Müslüman Arap çoğunluk bu hakikatin farkında olmalı (tarihsel olarak İslam, çeşitlilik ve dini inanç özgürlüğü ilkesini yerleştirmede başarılı oldu) ve sonuç olarak çoğunluk, bireyler ve mezhepsel topluluklar için tam eşitlik ve inanç özgürlüğü temelinde tüm yurttaşlarla demokratik bir şekilde ilgilenmeli. İkinci husus da dini azınlıkların Arap ulusunun gerçek bir parçası olduklarının bilincinde olmaları ve buna uygun davranmaları gerektiği. İster Müslüman ister Hıristiyan, Sünni ya da Şii, Kıpti, Maruni, Süryani ya da Ortodoks olsunlar, ulusal kimliklerine sahip çıkmakla yükümlüler.
Suveyd: Şu anda bir Filistin devleti konusundaki tutumunuz nedir?
Habaş: Ben bu aşamada bir Filistin devletinden yanayım. Ve bunun aşamalı olarak gerçekleştirilecek bir mesele olduğunu düşünüyorum; zira Filistin’in tamamını istiyorum. Filistin’in tamamını!
Suveyd: Herkesin eşit haklara sahip olduğu demokratik bir devlet olarak Filistin mi?
Habaş: Evet.
Suveyd: Araplık ve İslam arasındaki doğru ilişki hakkındaki görüşünüz nedir?
Habaş: Gördüğüm kadarıyla Arabizm, zaman ve mekânda sabit bir noktada ulusal yeniden yapılanma için bir taslak. Bu hareket, evrim anlamına gelir; Arap dünyasının mevcut parçalanmışlık durumu ve ulusal kurtuluşun tökezleyen ilerleyişi hakkında bir fikir vermek ve sömürgeciliğin tasarımları ve kültürel çarpıtmanın gerçekliği hakkında bir farkındalık kazandırmak istiyorum. İslam her şeyden önce bir din. Ancak İslam için din, inanç esasları, ayinler ve ritüellerden daha fazlası; zira İslam tek başına din kavramını aştı ve daha kapsamlı ve derin bir düzeye geçti. İslam bu milletin kültürünün, medeniyetinin, kimliğinin ve mirasının bir bileşeni. Bu anlamda Arap milliyetçiliğinin en temel olmasa da temel bileşenlerinden biri. Benzer şekilde, Hıristiyan bir Arap’ın kültürünün de İslam olduğu söylenebilir. Arabizm ve İslam kavramları arasında etkileşim olduğunu akılda tutarak örtüşme konusunda kesin olmaya çalışmak gerekir. Arabizmi resme dahil etmeden Pakistan’daki İslam’dan bahsedilebilir ama Arap anayurdunda Arabizmden ayrı olarak İslam’dan söz edilemez. Aynı şekilde Arabizmden de kalbindeki İslami ruh, kültür ve medeniyetten soyutlanarak söz edilemez. Bu anlamda çerçeveyi resimden ayıramazsınız.
Suveyd: Şu anda teröre bakış açınız nedir?
Habaş: Terör üzerine kurulmuş olan İsrail’in şimdi terör konusunda bu kadar kibirli davranması beni gerçekten üzüyor. Neden Lidda’da değil de buradayım? Çünkü teröre başvurularak kovuldum. Suriye epey makul bir öneride bulunarak bugün ulusal kurtuluş hareketlerini hedef almak amacıyla kullanılan terörün ne anlama geldiğini tanımlamak üzere uluslararası bir konferans çağrısında bulundu.
Suveyd: İzlediğiniz yolu nasıl değerlendiriyorsunuz? Nerede hata yaptınız ve nerede haklı çıktınız? Bugün ve yarın için gündeminiz nedir?
FHKC her konferansında bir önceki konferanstan bu yana izlediği yolu gözden geçirir ve yaptığı hataları sıralar. Cephe’nin genel sekreteri olduğum için bu hatalarda benim de bir rolüm vardı, bu hataların benim hatalarım olduğunu söyleyebilirsiniz. Bunlar FHKC’nin hatalarıdır ama aynı zamanda benim de hatalarımdır. Dolayısıyla Cephe tarafından bugüne dek işlenen tüm hataları kabul ettiğimi söyleyebilirsiniz.
Fakat sorunuzu düşündüğümde bana öyle geliyor ki Filistin sorununun son yüz yıllık seyrini gözden geçiriyoruz. Bunlar şu ya da bu şahsın hataları değil, tüm Arapların hatalarıdır ve bizim kolektif yenilgimizi temsil etmektedir. Elbette yenilgimize katkıda bulunan dış etkenleri de göz önünde bulundurmalıyız. Ancak daha da önemlisi kendi kendimizi sorgulamamız ve insanlara zafer umudu veren güçlerin karşı karşıya olduğu sorunları düzeltmemizdir.
Burada korkarım ki aklımızı gerektiği gibi kullanmadık. Önce kaslarımıza, sonra kalplerimize güvenerek savaştık, zira davamız haklıydı. Aklımızı kullanmamız gerektiği gibi kullanmadık. Arap birliği çağrısı yaptık ama Şam’da çıkardığımız er-Rai bülteninin nüshalarını incelerseniz, Arap Milliyetçi Hareketi’nin birlik çağrısı yaptığını ama bunun nasıl başarılacağını ya da hangi engellerin aşılması gerektiğini söylemediğini görürsünüz. Aynı şey Filistin ve diğer tüm meseleler için de geçerli.
Suveyd: Gelecek nesiller için ne gibi mesajlarınız var?
Habaş: Hayatın bana öğrettiklerine dayanarak, acıyı ve tatlıyı birlikte ele alarak, insanlık tarihinin ilerici bir yönde ilerlediğine inanıyorum. Yaşadığımız tüm başarısızlıklara ve yenilgilere rağmen bunu güvenle ve umutla söylüyorum. İlerlemenin güçleri ile karanlığın güçleri arasında, özellikle de Arap bölgesinde yaşanan acı mücadeleye rağmen, geleceğin ulusumuza ait olduğunu tahmin ediyorum. Ancak umutlar, dilekler ve hayaller tek başına hedeflerimize ulaşmamızı ya da zafer kazanmamızı sağlayamaz…
Tarihin tekerleğini geri döndüremeyiz, ancak geçmişten alınan derslerin duygusal, yıkıcı ve sağlıksız bir şekilde tarihin reddedilmesiyle heba edilmemesini sağlayabiliriz. Tarih, oraya girmeyi hak edecek kararlılığa ve kabiliyete ve onun parlak ve öncü sayfalarını süslemeye devam etme gücüne sahip olan herkese açık bir kayıt defteridir. Çocuklarımızın ve torunlarımızın nesillerinin bugünümüzden daha parlak bir geleceğe sahip olacağına dair umutla doluyum. Bu düşünceden büyük bir memnuniyet duyuyorum.